Yeni dünya “düzensizliği”

Trump’la zirve yapan, ama kökleri ondan önceye uzanan içinden geçtiğimiz bu çalkantılı dönemi nasıl anlamlandırmalıyız? Bütün bunlar yeni bir dünya düzeninin doğum sancıları mı, yoksa 1945’te temelleri atılan eski düzenin çözülüşünün son perdesi mi?
Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmek için önce “düzen” kavramının özünü hatırlamak gerekir. “Düzen” işleyen kurallar, öngörülebilirlik, istikrar ve kaosun olabildiğince baskılanmasıyla tanımlanan bir “denge” hâli. Ancak doğası gereği kalıcı değil. Çünkü toplumlar da, tıpkı evrendeki her şey gibi, entropi yasasının etkisi altında. Entropi bize şunu söyler: Bir sisteme dışarıdan enerji verilmediği sürece, her şey düzensizliğe, dağılmaya ve çözülmeye doğru sürüklenir.
Bu durumu bakımsız kalan bir bahçeye benzetebiliriz. Ne kadar güzel düzenlenmiş olursa olsun, bakımı yapılmayan bir bahçe zamanla istenmeyen otlarla dolar, sel veya yangın gibi doğal afetlerle hızla değişir ve düzeni bozulur, kaosa sürüklenir. Toplumlar da, uluslararası düzenler de buna benzer. Sağlam bir düzen kurmak ve onu korumak için sürekli çaba harcamak ve gerektiğinde müdahale etmek şarttır. İnsanların birbirine güvenmesi, birlikte çalışması, kurumların iyi işlemesi, kurallara uyulması, yeterli kaynak bulunması ve güçlü bir liderlik gibi pek çok unsurun uyum içinde çalışması gerekir. Eğer bunlar olmazsa, toplumsal düzenler zayıflar, istikrarsızlık ve sorunlar baş gösterir.
1945’te kurulan dünya düzeni de, işte tam olarak böyle bir çöküş dönemine karşı bir tür küresel “denge bahçesi” kurma çabasıydı. Bu yeni düzenin tasarımındaki asıl hedef, 1930’larda Avrupa’yı kasıp kavuran faşizmin tekrarının önüne geçmekti. O dönemin dağınık, öngörülemez ve her türlü aşırılıklara savrulan ortamı bir daha yaşanmasın diye, özellikle Almanya, İtalya ve Japonya gibi ülkelerin anti-sistemik, keyfi güç kullanımlarına karşı küresel bir bariyer inşa edilmeye çalışıldı. Gerçekten de bu yeni yapı, daha II. Dünya Savaşı sürerken, başta Amerika ve İngiltere’nin girişimleriyle şekillenmeye başlamıştı; kısa süre sonra Sovyetler Birliği de bu sürece dâhil oldu. Yani yeni kurulan düzen, yalnızca savaş sonrası bir restorasyon değil, aynı zamanda savaşın içinden doğan bir “yeni kurucu akıl” üzerine inşa edilmişti. Savaştan hemen sonra başlayan Soğuk Savaş’ta bile nükleer caydırıcılık üzerinden bir “denge” oluşturmayı başarmışlardı.
Faşizmin tasfiyesinden sonra dünya dengeleri değişmiş ve iki büyük süper gücün başını çektiği çift kutuplu bir dünya oluşmuştu. Yine de birbiriyle Soğuk Savaş rekabeti içindeki her iki gücün pek çok ortak noktası vardı: Her şeyden önce hem ABD, hem de Sovyetler Birliği, ideolojik ve kültürel anlamda 18. yüzyıl “Aydınlanma” geleneğinin ürünleriydiler ve bu geleneğin temel özelliklerini paylaşıyorlardı. 18. yüzyıl Aydınlanmacıları gibi her ikisi de tüm insanlık için “evrensel” nitelikler taşıyan küresel vizyon ve misyona sahiptiler. Her ikisinin de dünyaya sundukları bir “hikayeleri” vardı. Her ikisi de akla, ilerlemeye, bilime vurgu yapıyorlardı. Birisi “demokrasi ve özgürlük”, diğeri ise “eşitlik ve sınıfsız toplum” vaat ediyordu. İdeolojik söylem düzeyinde ayrıştırıcı değil, birleştiriciydiler.
Örneğin Amerikalıların savaş sonrası dünyaya sundukları “modernleşme” paradigması, her ülkenin gerekli kültürel ve ekonomik dönüşümleri gerçekleştirdiğinde kendileri gibi gelişmiş ülkelere benzeyebileceklerini vaaz ediyordu. “Çalışırsan senin de olur misali.” Keza Sovyetler Birliği de tüm dünya için sosyalist bir “cennetin” mümkün olduğu ütopyasını “pazarlıyordu.” Her ikisi de zamanın ruhuna uygun olarak “kalkınmacıydı.” Bugünkü gümrük savaşlarından farklı olarak her ikisi de hegemonyalarını iktisadi entegrasyon ile de sağlayamaya çalışıyorlardı. Tüm bunların ne kadar gerçekçi olduğu, vaatlerin ne kadar samimi olduğu elbette tartışılır (aslında sadece Vietnam Savaşı ve Prag Baharı bile bu samimiyeti sorgulamamıza yeter elbette!). Ama günün sonunda her iki büyük güç de söylemsel düzeyde kapsayıcı ve birleştirici olmaya özen gösteriyordu. Her ikisi için de meşruiyet kaygısı önemliydi ve bu söylem üzerinden meşruiyetlerini sağlamaya özen gösterdiler.
Zaten savaşın sonunda 1930’lar tarzı ve bugün gördüğümüz türden içe dönük milliyetçiliğin cazibesinin kaybolduğu bir dönemde tüm bunların yaşandığını da unutmamak gerek. Kurulan bu yeni dünya düzeni, her ne kadar hızla Soğuk Savaş süreciyle karşılaşmış olsa da, süper güçlerin rekabeti belirli kurallar ve kurumlarla yönetilecekti. Hem ABD, hem de Sovyetler büyük bir savaş istemiyorlardı. 1945’te kurulan ve genellikle “uluslararası liberal düzen” olarak da adlandırılan bu yapının kural temelli bir düzen olmasının altında yatan nedenlerden biri de buydu. Dünyayı biçimleyen her iki güç de, en azından kağıt üzerinde, belirli kurallar çerçevesinde rekabet ettiklerini göstermeye çaba harcadılar.
Örneğin birbirlerinin nüfuz bölgelerinden uzak durmaya dikkat ettiler. Bugünkü Trump yönetiminin tam aksine söylemde de olsa “gücün hukuku” değil, “hukukun gücü” vurgulandı. Bu anlamda Gramsci’nin anlattığı anlamda bir “hegemonya” peşinde koştular. Her iki süper güç de zaman zaman birbirlerini “kurallara” ve ahlaki normlara uymamakla eleştirdiler. Üstelik unutmamak gerekir ki bu yeni düzen, en azından kağıt üzerinde, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, IMF, GATT, Dünya Sağlık Örgütü gibi ulusötesi kurumlar üzerinde yükselmişti.
Bugün Trump’ın ikinci kez iktidara gelmesiyle bu düzenin tamamen iflasına, dağılma sürecine tanıklık ediyoruz. Başta ABD ve Çin olmak üzere, dünyanın tüm güç odakları artık eskisi gibi insanlığa dair evrensel, kapsayıcı, geleceğe yönelik vaatlerde bulunamıyor. Üstelik hepsi birden çöküş içinde. Amerika kendisini “yeniden büyük yapmak” peşinde ve de Amerikan İç Savaşı’ndan beri tarihinde görülmemiş biçimde kutuplaşmış bir toplumsal yapı sergiliyor. Pek çok anket şirketi bugün Amerika’da bir “iç savaş” olasılığını bile bir soru olarak sormakta ki, böyle bir şey yakın zamana kadar kimsenin aklından bile geçmezdi. Çin ise kendi emlak balonlarıyla ama en önemlisi görülmemiş ölçüde bir demografik çöküşle karşı karşıya. Çin ideolojik ve kültürel anlamda öylesine nev-i şahsına münhasır bir yer ki zaten oradan küresel çekiciliği olan bir vizyon çıkmaz. Rusya’nın Ukrayna’da üç yıldır saplandığı bataklıktaki acziyeti ve Çin’den geri kalmayan demografik çöküşü bir yana, artık eski günlerdeki gibi tüm dünyaya bir “sosyalist cennet” vaadinde bulunmak şöyle dursun, kendi halkını bile Putin’in otokratik yönetimine ancak hayat memat meselesi olarak sunduğu savaşla ikna edebiliyor. Yaşlanan, bürokratikleşen ve dinamizmini yitiren Avrupa Birliği’nin durumu ise her bakımdan içler acısı.
İkinci Dünya Savaşı sonunda İngiliz hegemonyası çökmüş, ancak onun yerini yeni güçler doldurabilmişti. Şimdi ise hepsi birden çöküş içinde ve dünyaya önerebilecekleri hegemonik bir söylem ve vizyon ortada görünmüyor. Tüm bunların yokluğunda, bugün ortada olanın bir “Yeni Dünya Düzeni” değil, bir interregnum dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü hâlihazırda bütün küresel dinamikler kaosun, istikrarsızlığın ve belirsizliğin dünyaya hakim olduğunu gösteriyor. Uzun lafın kısası “zamanın ruhu” bir çöküş ve dağılma ruhu.
Böyle bakıldığında Trump ve benzeri liderler, çökmekte olan eski düzenin mezar kazıcıları olarak tarihsel misyonlarını gerçekleştiriyorlar. Hiç kuşkusuz bu durum 1930’larda faşist hareketlerin öne çıktığı tarihsel sürece benzetilebilir.
Bugün tanıklık ettiğimiz büyük küresel çöküşün belirtileri aslında Trump’ın iktidara gelişinden çok önce başlamıştı. Bu sürecin en görünür hâli, pandemi döneminde ortaya çıktı. Avrupa Birliği ülkelerinin bile kendi aralarında “aşı milliyetçiliğine” yönelmesi bu bağlamda son derece anlamlıydı. Ancak bu kırılmanın asıl tetikleyicisi, 2008’deki küresel finansal kriz ile 2010’lu yılların başından itibaren etkisini hızla artıran sosyal medyanın yükselişiydi. Beklentilerin aksine, sosyal medya birleştirici değil, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı devasa bir siyasal, sosyopsikolojik etki yarattı.
Günümüzün çökmekte olan eski düzeninin son evresi, milliyetçi ve otoriter eğilimler taşıyan yeni bir siyasal akım eliyle sürdürülüyor. Bu akımı “Neopopülizm” olarak adlandırabiliriz. Dünyanın birçok ülkesinde eşzamanlı olarak yükselişe geçen bu hareketler, görünüşte tarihteki klasik popülist hareketlerle benzerlikler taşısalar da, kendilerine özgü nitelikler barındırmakta. Onları tarihsel olarak önemli kılan şey de, bu eşzamanlı ve küresel ölçekteki yükselişleridir. Bu durum, elbette doğrudan içinde bulunduğumuz zamanın ruhuyla bağlantılı.
Neopopülist hareketler, tanımları oldukça muğlak olan bir “halk” ile soyut bir “elit” arasındaki karşıtlığı merkeze yerleştiriyor. Bu yapı, kültürel değerler savaşı adı verilen “kültürkampf” siyaseti çerçevesinde toplumları son derece sert biçimlerde kutuplaştırmayı başardı. Demokrasi, bu hareketlerin elinde çoğunluğun mutlak egemenliğine indirgenmiş durumda. Çoğunluklarını kaybettiklerinde de otokrasi yönünde hızla yol alıp, çıplak şiddet üzerinden iktidarlarını korumaya çalışıyorlar. 1945 sonrası dönemin liberal ve sol eğilimli hareketleri gibi kapsayıcı ve birleştirici değil; bilakis ayrıştırıcı ve dışlayıcı siyasal söylemlere sahipler. Tüm hayatı “sıfır toplamlı” kısa dönemli bir şey gibi algılayıp muhaliflerine “düşman” muamelesi yapıyorlar. Seçim ve demokrasi ancak kendilerinin kazandığı ölçüde meşru kabul ediliyor.
Bu siyasal yönelim hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde 1945 sonrası inşa edilen tüm kurumsal yapıları hedef almakta. Trump bunun en çarpıcı örneklerinden biri olsa da, söz konusu süreç birçok ülkede çok daha önce başlamıştı. Kendilerini “düzen karşıtı” olarak tanımlayan bu hareketlerin geleneksel sağ-muhafazakâr siyasetle benzerliği ise son derece sınırlı. Toplumu “biz” ve “onlar”, “iyiler” ve “kötüler” gibi indirgemeci ikilikler üzerinden ayrıştıran bu akımlar, küreselleşme karşıtı, “yerlici” ve milliyetçi bir perspektifi savunuyorlar. Dikkat çekici olan, bu hareketlerin tamamının “post-truth” (hakikat ötesi) söylemini siyasal söylemlerinin merkezine yerleştirmiş olması.
Faşist hareketlerle pek çok benzerlik taşıyan bu Neopopülist yönelimlerden evrensel bir dünya düzeni çıkması mümkün değil! Kendi ulusal sorunlarına dahi çözüm üretmekten aciz olan bu yapılar, küresel sorunlara karşı yapıcı bir perspektif geliştirmekten uzaklar. Bu hareketler, doğaları gereği hem içeride hem de dışarıda çatışmacı bir eksende ilerlemek zorunda. Bir bisiklet gibi sürekli hareket hâlinde olmaları lazım; kutuplaştırma ve ayrıştırma olmaksızın ayakta kalamayıp, durduklarında düşmeye mahkumlar. Bu nedenle, ne ulusal, ne de uluslararası düzeyde kalıcı bir hegemonya tesis edebilmeleri eşyanın tabiatına aykırı gibi görünüyor. Oluşan hegemonya boşluğunu ise bir süreliğine devlet şiddetiyle doldurmaya çalışmaları kuvvetle muhtemel ve de öyle de yapıyorlar.
Trump’ın eski strateji danışmanı Steve Bannon gibi “popülist enternasyonal” kurma hevesinde olan aktörlerin gözden kaçırdığı temel gerçek şu: Neopopülizm doğası gereği dışlayıcı. Aşırı milliyetçi, içe dönük ve “yerelci” bir siyasal anlayıştan küresel düzeyde işlevsel bir ideolojik vizyon doğması mümkün değil. Dikkat edilirse Trump’ın ilk yaptığı uygulamalardan biri kökenleri geçtiğimiz yüzyıla uzanan kendi ittifak sistemini darmadağın etmek oldu. İlk başta çatışmaya “komşularıyla” başladı. Oysa bilakis, siyaset koalisyon kurabilme sanatı. Siyasetin ve diplomasinin yerle bir olduğu yerde sadece kaba kuvvet kalıyor ki bu aslında Amerika’nın uzun dönemli çıkarlarına ters bir hamle. Uluslararası sistemde hegemonya kurabilecek bir söylem ancak insanlığın ortak değerlerine vurgu yapan, evrensel niteliklere sahip bir anlayış olabilir. Neopopülist rejimlerin doğası ise uluslararası dayanışmayı değil, ancak savaşlara ve kaosa yol açacak bir dünya tahayyülünü besleyebilir.
Şurası çok net: tüm dünya büyük bir belirsizlik sürecinden geçmekte. Kaos ve çatışma daha şimdiden ayyuka çıkmış durumda ve bu sürecin bir süre daha böyle gitmesi muhtemel görünüyor. Bir de şunu unutmamak lazım: şu yaşadığımız siyasi ve jeopolitik gelişmeler bu geçiş sürecinin sadece bir boyutunu oluşturuyor. Ancak çok kısa bir süre içinde, dünya tarihinin gördüğü belki de en radikal teknolojik devrim olan yapay zekâ ile otomasyonun tetikleyeceği akıl almaz ölçüde büyük ve derin bir toplumsal dönüşüm bu kaotik ortamı daha da öngörülemez hâle getirecek. Büyük küresel kaos yapay zekanın “yaratıcı yıkıcılığında” asıl o zaman başlayacak! (Bu konuda bakınız: /asim-karaomerlioglu/yapay-zeka-bilinmezligin-safaginda-yeni-bir-medeniyete-dogru,50594)
Beş yıl sonra göreceğimiz dünyanın bizim pek bilmediğimiz, bambaşka bir dünya olacağı çok büyük ihtimal. O nedenle, Mevlana’nın dediği gibi: “Dünle beraber gitti cancağızım, ne söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”